Fotoğraf: @elifboz
Yıllardır çelik çaydanlık kullanmıyoruz. Kettle’ımızın kendi demliği var eh malum bu dönemde pratik olmak gerek. Akşam yemeği daha bitmeden koyuyoruz kettle’a suyu, iyi demlensin çay yavan olmasın. ‘tık’ sesini duyduğum anda ise minik bir maraton misali hızlıca önce demliğe suyu koyarım (çünkü kaynamış suyu direkt çayın üstüne döktüğümüzde yandığını ve tadını acıttığını düşünüyoruz), sonra da yaklaşık 3 kaşık çay koyup tekrar kettle kısmına su doldururum. Demlenmesini beklerken saplı cam kupalarımızı çıkarırım ve ardından aile bireylerime servis ederim.
Olmazsa olmazımız, muhabbetlerimizi asıl tatlandıran biriciğimiz ve belki de asıl milli içeceğimiz olarak kabul edebileceğimiz çayın çok eskilerden beri adetimiz olması gerekiyormuş gibi bir popüler yanlışın içindeyiz çoğumuz. Ancak ülkemiz toprakları çay ile 19. yüzyıl Osmanlı döneminde ithal edilmesi sonucunda tanışıyor. Daha sonrasında Karadeniz’in elverişli topraklarında çayın yetiştirilmeye başlanması ile de yegane içeceğimiz günümüzdeki ününe kavuşuyor.
Daha da geriye gidip genel çapta düşünerek ‘Bu yapraklardan bunu elde etmek kimin aklına geldi ki?’ diye sorduğumuzda ise olay biraz muamma. İlk olarak Çin’de ortaya çıktığı biliniyor fakat araştırdığımızda ‘Evet işte bu çay!’ diyenin kim olduğuna dair sadece birkaç efsane bulabiliyoruz. En bilinenlere bir bakalım istedim:

Favori efsaneye göre binlerce yıl önce eski bir Çin imparatoru ağacın altında oturup kaynar bir tas su içerken tasın içine birkaç çay yaprağı düşüyor. Suyun tadını ve rengini değiştirmesi ile birlikte ilk çayın tadı alınmış oluyor. Diğer bir ilginç efsane ise Bodhidharma isimli bir doğu Hintli adamın Çin’e gelmesiyle başlıyor. 9 yıl boyunca bir mağaranın önünde meditasyon yapıyor ve odaklanmasının bozulmaması için göz kapaklarını kesiyor. Kestiği göz kapaklarını fırlattığı topraklarda ise ilk çay bitkisinin yeşermeye başladığı söyleniyor.
Bizlerin her yerde her zaman sürekli içilebileceğini düşündüğümüz çay, farklı milletlerde farklı benimsenme şekillerine sahip. İngilizler henüz tecrübe etmediğim fakat damağımda canlanan tadı bile garip gelen sütlü çay içme alışkanlığı ile çay kültürünü benimsemiş durumdalar. İnfüzyon yöntemi ile; yani tek demlik kullanılarak çay yapraklarının üzerine kaynamış su ekleyip demlenmesini bekledikten sonra üzerinde süt ve şeker ilave edip tüketiyorlar. İngilizlere de ithal olarak gelen bu lezzet ilk olarak yüksek sınıfa sahip insanlar tarafından kabul ediliyor ve kısa sürede bütün halka yayılıyor. Klasikleşmiş 5 çayı ve çay partileri gibi etkinliklerle de çayın lezzetinden çok bu kültürün daha çok ön planda tutulduğunu anlayabiliriz.

Çayın ilk çıktığını bildiğimiz Çin halkı ise bu içeceğe bambaşka bir boyut katarak bir sanat haline dönüştürmüş durumdalar. Bu sahiplenme ve benimseme öyle bir durumda ki; çay yapma evleri ve çayları servis etmeye yönelik çalışan insanlar ile çay içmeyi bir ritüel ve çayı kutsal bir içecek konumunda tutuyorlar. Çay içmek günlük alışkanlık dahilinde olan bir tüketim olarak değil, bir felsefe şeklinde benimseyip doğa ile özdeşleşme olarak görülüyor. Çin halkı tarih boyunca çayı ilaç niyetine de kullandığı için bu kadar büyük bir sevgi ve aidiyet hissedilmesinin anlaşılabilir durumda olduğunu söyleyebiliriz. Çin halkından etkilenen Japonlar ise aynı şekilde bu ritüele sahip çıkarak günümüzde çoğumuzun aşina olduğu meşhur Japon çay seramonisi ile çaya bağlılıklarını bizlere gösteriyorlar.
Tesadüf eseri bulunması nispeten daha muhtemel gözüken çayın çeşitli milletlere bu denli yayılması aslında küçük de olsa çayı global bir lezzet haline getiriyor. Ülkemizde neredeyse her insanın çay tükettiğini düşündüğümüz zaman ise bu tesadüfün arkadaşlarımızla olan muhabbetlerimize, pazar sabahları kahvaltımıza, vapurla Beşiktaş’a giderken yolculuğumuza ve daha nice anımıza eşlik ediyor olması muazzam diyebilirim.
Yazar da bir nebze varlığını unutup soğutmuş da olsa siteye yazıyı eklerken çayını yudumlamayı ihmal etmedi.
Bol çaylı ve muhabbetli günlerin gelmesi dileğiyle!
H. İmran Ahmet
haticeimran.ahmet@itugastronomi.com