Lezzetli Tablolar

Pablo PICASSO
www.magnumphotos.com

1898 yazı… Pablo Picasso ve Manuel Pallores, Barcelona Sanat Akademisi’nde tanışan iki arkadaş, İspanya’nın Horta Köyü’ne iki günlük mesafedeki terkedilmiş bir mağarada, sıcak su kaynağının yatıştırıcı sesi, yaz yağmuru sonrası çimenlerin kokusu ve yanan ateşin çatırdamaları eşliğinde duvarları resimlerle dolduruyorlardı. Zamanlarının çoğunu bu mağarada resimler yaparak veya şiirler okuyarak geçiren arkadaşlar sadece on yedi yaşındalardı ve henüz dünyanın onlara sunacaklarından habersizlerdi. En büyük dertleri ise akşam yemeklerinin hep aynı yoksullukta olmasıydı. Sadece Picasso’nun gençlik dönemi natürmortları kadar soluk ve etrafındaki kır görüntüsüyle çelişen iki bakliyatı, nohut ve pirinci yiyebiliyorlardı.

İkili yazın başında oldukça keyifli bir şekilde özgürlüklerinin tadını çıkarıyorlardı ancak zaman geçtikçe zayıflıyor, şiirlerdeki duyguyu kaybediyor ve eskisinden daha da soluk resimler yapıyorlardı. Manuel’in kardeşinden av eti istemeye başlamışlardı ve keyifleri az da olsa yerine geliyordu. Salvador’un getirdiği tavşanların derilerini soyarken, Picasso desen hocasının onu ilgilenmeye zorladığı et dolu zengin masa yerine babasının çizdiği karanlık natürmortların tadını alıyordu. Böylece on yedi yaşındaki sanatçının ilk asiliği baş göstermişti.

Picasso’nun Horta yorumlarından biri.
Soluk renkler yine dikkat çekmektedir.
Picasso’nun Horta yorumlarından biri.
Soluk renkler yine dikkat çekmektedir.
Picasso’nun Horta’da yapmış olduğu yağlı boya çalışması. Nohutunki gibi soluk renkler görülmektedir.
Picasso’nun Horta’da yapmış olduğu yağlı boya çalışması. Nohutunki gibi soluk renkler görülmektedir.
Bebas Tatlısı

Yazın ilerleyen zamanlarında, mağarada resmedecek duvar kalmadığında arkadaşlar yollarını ayırmışlardı ve Picasso Horta’ya, ileriki yıllarda “kartal yuvası” dediği evine yerleşmişti. Masraflarını ülke mutfağının temelini oluşturan zeytini toplayarak ve topladığı zeytinlerden yağ elde ederek karşılıyordu.

Yıllarca babasının işi nedeniyle şehir şehir gezmişti ancak Horta kadar kendi yaratma şevkine uygun bir yere ilk defa gelmişti. Bu özgürlüğü ve sanat kaynağı sayesinde de kendini hep mutlu hissediyordu ancak çok özlediği bir şey canını sıkıyordu, annesinin yemekleri. Hele ki o uzun süre yoğurulan hamuruyla, kızgın zeytinyağında kızartılan, ballı şuruba batırılıp minik anason tohumlarıyla süslenen ”babas” tatlısı Horta’da en özel günlerde bile yapılmıyor, Picasso da her denemesinde başarısız oluyordu.

Boutifares

Babas tatlısıyla başlayan küçük mutfak serüvenine zamanla patates, yumurta, kuru sebzeler, ülkenin gurur duyduğu “boutifares”(bir çeşit sucuk) katılmış ve kendi kendine yemek yapmayı öğretmişti. Her ne kadar babas yapmayı beceremese de kendisine ait tarifiyle safranlı lokmaları, mutfağındaki duvarda asılı bakır tavalarıyla parlaklık yarıştırıyordu. Hemen hemen aynı zamanlarda resmettiği “Els Mas Del Quiquet” tablosunu kaplayan sarılar ve kırmızılara bakıyordu ve aynı safran rengiydi. Sanki paletine koyduğu renkleri seçerken kokularına göre davranmış gibiydi.

Ancak Picasso zayıflaması dışında yemeklerini çok dert etmiyordu. Ailesinden ve önyargılı, milliyetçi İspanyollardan uzakta nihayet bütün yeteneğini sergileyebileceği bir ortama gelmişti. Öyle de yapıyordu. On dokuz yaşına gelen İspanyol sanatçı, kendinden önceki sefih Paris’in sanatçılarının özenilecek hiçbir tarafı olmadığını kanıtlamaya çalışırmışçasına, onlara ün kazandıran konuları alaylı yoldan ele alıyordu. Horta’daki mağarada baş gösteren asiliği burada da devam etmiş ve onu ünlü resim satıcısı Ambroise’nin galerisine taşımıştı. Picasso çizdikçe konforlu bir atölye kiralamış, küçük otel odasından ayrılmış, Paris’in kafelerini ve lokantalarını keşfetmeye başlamıştı. İspanya’daki bayramların zenginliğini gösteren kuru sebzeli ve pilavlı tavşan etinden herhangi bir akşam yiyebileceği bol ekşi soslu dana yahnisine sınıf atlamıştı.

Paris Picasso’yu peynir konusunda da değiştirmişti. Barcelona Sanat Akademisi’ndeyken cebinden iki belki de üç kuruş çıkartan, ekmek ve peynir alıp deniz kıyısındaki bankta oturup yeme yöntemi bayağı işe yarıyordu. Paris’te ise içinde üzüm taneleri olan kağıda sarılmış keçi peyniri yerine gümüş tabakta servis edilen yumuşak “brie” ya da kıvamlı “camambert” yenirdi.

Fırınlanmış camambert peyniri
Brie peyniri üzerinde kuru meyvelerle

Artık yaz bitmişti ve Picasso kendini Paris’te yeni arayışlara girmeye hazır hissediyordu. Boyalarını ve fırçalarını toplayıp Paris’e doğru yola çıkmıştı. Vardığında kendisine en fazla dolap büyüklüğünde bir oda kiraladı. Tabii ki atölyesi orası olamazdı ancak bir de atölye kiralayamıyordu. Barcelona Sanat Akedemisi’nden tanıdıklarının atölyeleri arasında göçebe yaşam sürmeye başlamıştı. Akşamları Roquette Caddesi’ndeki varoş lokantalardan birinde yemek yiyip odasına dönüyordu. Hatta yaptığı portreleri kimse satın almazsa o lokantalar lüks sayılıyor ve odasında zar zor pişirdiği iştah açıcı(!) sosis tek yemeği oluyordu. Sabırsız çatalını sosise batırdığında “pıss” diye bir ses çıkıyor ve içi hava dolu olan yemek sönüyordu. Barcelona ve Horta’da yediği sınırlı malzemeyle yapılan köy yemekleri, ki artık kendileri muhteşem spesiyallermiş gibi gözüküyordu, yerini Paris’in yabancı madde dolu yemeklerine bırakmıştı.

Picasso bazı akşamlar Montmartre’deki geniş atölyesinden çıkıp kıyı tarafına geçiyor, Sorbonne’daki bir Türk lokantasında humus, domates ezmesi, kızarmış biber, yeşillik kokularının sardığı köftelerin arkasından söylediği bir bardak çay eşliğinde arkadaşları ile sohbet ediyordu. Hele ki İspanya’dan gelen ve Paris’in yabancı madde dolu yemeklerini yedirmek istemediği arkadaşlarını bu lokantaya getirmeyi çok seviyordu. İspanyol arkadaşları her zaman Paris’te yaptığı “yeni akım”(zamanla adı kübizm olacak) tablolarını gördüklerinde dehşete düştüklerini söylüyorlardı. Neyse ki bol şerbetli baklavalar ve üzeri susamla kaplı helvalar gergin ortamı yumuşatıyordu.

1904 baharının sonlarına doğru genç ressam kendine tam olarak uyan yeri bulmuştu. Kışları buz, yazları hamam gibi olan ahşap bir binanın en üst katına taşınmıştı. Hayatının o döneminde karşısına güzeller güzeli Fernande Oliver çıkmıştı. Picasso’nun eserlerine birden pembe tonlar hakim olmaya başlamıştı. Fernande’yi yanına taşınmaya ikna ettiği sıralarda atölyesini sokağında Lapin Agile (Atik Tavşan) adında bir de kafe açılmış ve mekanın sahibi Frede, Picasso’nun bu kadar yakın oturduğunu öğrenince çok sevinmiş, hemen atölyesine gitmiş ve ondan mekanın duvarlarını resmetmesini istemiş, karşılığında istediği zaman, istediği kadar bedavaya yiyip içebileceğini söylemişti. Picasso düşünmeden kabul etmişti çünkü Fernande’nin yemek yapmakla hiç arası yoktu. Ne şans ki kafenin mutfağından sorumlu Berthe çok güzel yemek yapıyordu. Picasso, Berthe sayesinde Burgonya bifteğini, tavada arpacık soğanı ve soya sosuyla pişirilen veya güveçte, üzeri kıyılmış maydanozla süslenip jelatin yapraklarına sarılan kehribar rengi jambonları keşfetmiş ve bölge mutfağına ait bilgisini tamamlamıştı. Kehribar rengi paletine katılmıştı ve Lapin Agile’in duvarında asılı olan “Au Lapin Agile” açıkça görülüyordu.

Burgonya bifteği
Au Lapin Agile tablosu

Burada memleketine ait bir lezzet de yakalamıştı. Horta’da her Paskalya ve yortuyu takip eden ilk pazartesi günleri bir araya gelinip tuz ve acı kırmızı biberle çeşnilendirilen salyangozlar kömür ateşinde güzelce kızartılıp zeytinyağı ve sarımsak ezmesi sürülü ekmekle yenirdi. Paris’te ise salyangozun içini tereyağı ve maydanozla doldurup yemeyi seviyorlardı.

Picasso’nun şöhreti ve dostları birlikte artıyordu. Atölyesinde ünlü şairler buluşmalarını düzenliyor ve ziyafetlerine çağırdığı insanlara “Picasso’nun grubu” deniyordu. Bunlara rağmen dalgınlaşmıştı, paletinde hüzünlü bir mavi hakimiyet kazanıyordu. Fernade’yi de alıp İspanya’ya dönmeye karar vermişti.

Cocido

Horta yerine Gosol’u tercih etmişti. Sevgilisi ile yabana gelmekten memnundu ama Fernande için aynı şey söylenemiyordu. Kendini bildi bileli şımartılıyordu ama burada durum farklılaşmıştı. Picasso’nun tekrar av zevkine kavuşması, eve keklik ve ardıç kuşlarıyla dönmesi ve bunlarla “cocido”(suyu alınmış et ağırlıklı ve bol katı malzemeli bir çeşit türlü) pişirmesi, bütün bu yorucu işlere rağmen gülümsemesi Fernande’nin sesini çıkarmamaya karar vermesine sebep olmuştu.

Picasso hep çok çalışıyordu, paletindeki maviyi kovup yerine Gosol’un baharatlarına ve iri lekelerin peyzajı desenlediği kızıl toprağı bağrına basmıştı. Natürmortlarına geri dönmüş, eskiz defterini çömleklerle doldurmuştu. Sıradan şeylerin sessizliğinin altındaki düşsel zenginlikten etkileniyor, etrafındaki her şeyi inceliyordu. Köydeki tek fırınlı evde kaldıklarından evlerine ekmek pişirmek için gelen insanların oluşturduğu kalabalık ve ana gıdaları olan ekmeği mitolojik bir tanrıya sunarmışçasına başlarının üstüne koyup dengesizce yürümelerini izlemekten kendini alamıyordu. Bu evde sadece ekmek pişmiyordu.

Bayramlarda tüm köy bu evde toplanıyor, ayinlerinden sonra fırına koydukları oğlak butunu, erik ve çam fıstığı ile servis edilen güvercinlerini, keçi pirzolalarını “escabetx”( zeytinyağı, taze zeytin, baharat ve aromatik otlar) ile marine edip afiyetle yiyorlardı.

Gosol’da yaptığı tuvallerde çobanları takip ederek yaptığı dağ yürüyüşleri, kızarmış oğlak eti ve sımsıcak ekmeğin sebep olduğu kır yaşamına duyulan mutluluk kendisini altın sarısı, kahverengi ve koyu pembelerle hissettiriyordu. Ne yazık ki Picasso ve Fernande tifo salgınından kaçmak için Paris’e dönmüşlerdi ve orada üç yıl kalmışlardı. Fernande ile hayatlarını ayırdıklarında Picasso hemen İspanya’ya geri dönmüştü.

Picasso’nun kübist akımını temsil eden “Nedimeler” adlı tablosu. Gümüş-i yeşil renkler dikkat çekmektedir.

Bu sefer de Horta’ya dönen Picasso, aldığı eğitimi, 1898 yazında başlayan asiliğini, Paris’te girdiği yoğun arayışı birleştirmiş ve her şeyi kesinleştirmiş ve kübizmi yaratmıştı. Picasso da kübizm sonuna kadar İspanyol’du. Her ne kadar geometrik şekiller dolu tablolar, 1898’de yaptığı av ve kır resimlerinden farklı olsa da, palet hala geçmişin izlerini taşıyordu. Ressamın kübist tablolarının çoğunda karşımıza çıkan gümüş-i yeşil, Horta günlerindeki gümüş takımlar üzerinde servis edilen zeytinlerin bir yansımasıydı.

Kübizmin doğuşunun bu kırsal yorumunun yanında bir de ressamın şehir hayatının da etkileri görülmüştü. Sanki kübist tablolarının kökenini bardak ve karafların ışıklarla oynayarak kafelerin tavanlarına yansıttığı şekiller oluşturmuştu. Ressam Katalan’ın (Horta, Gosol ve Barcelona’yı içine alan bölge) en gözde kafesi Els Quatre Gats’de(Dört Kedi) zaman geçirmeyi çok seviyordu. Karamsar züppeler ve sakallı anarşist burjuvaların bağıra bağıra Katalonya’ya sırt çevirmelerini dinlemekten çok onların portrelerini çiziyordu. Picasso ve arkadaşları öğle vakitleri geldiklerinde tarçın kokulu içecekleriyle dünyayı kurtarırmışçasına tartışıyorlardı. Akşam vakitlerinde ise Katalanlıların yaratıcılığıyla şekilden şekle giren morina balığını yemeyi tercih ediyorlardı. Barcelona’da jambon ve biberle doldurulmuş halde servis edilen bu balık,v Bages kasabasında minik küpler halinde doğranıp kuru üzüm, sarımsak, acı biber, kabuk vanilya ve tuzsuz bademden yapılan picada sosuyla pişirilirdi. Els Quatre Gats’da ise müşterilerinin çoğunun Katalonya’ya sırt çevirmesine rağmen, Katalonya usulü domates suyu, soğan ve patlıcan ezmeli morina balığı servis ediliyordu.

Els Quatre Gats’daki arkadaş grubu bazı zamanlar Picasso’nun atölyeye çevirdiği geniş dairesinde toplanıyorlardı. Yaratıcı güçlerini arttırmak için şeker, karanfil ve vanilyayı bakır bir kapta ısıtıyor ve çok koyu demledikleri kahveyle karıştırıyorlardı. Kahvelerinin tadını çıkarıyor, tartışmaları kızışıyor, şiirler okunuyor, tablolar fırça darbeleriyle doluyordu ve sonuçta hep aynı yerde buluşuyorlardır: Sanat, sanat içindir. Arkadaşlarını uğurladıktan sonra bardakları yıkamıyor, diplerinde kalan kahve telvesiyle tablolarında daha yoğun kahverengiler elde ediyordu.

Kıyı Picasso’nun atölyesine çok yakın olduğundan ressamın İspanya’sı kırlar ve eğitim aldığı Barcelona’yla sınırlı kalmamıştı. Çalı çırpıyla yakılan ateş, daha yeni tutulmuş sardalyalar, çeşnilendirmek için sirke, gitar sesleri, kırılan bardaklar ve kahkahalar… Palet yine renk değiştiriyordu ve galiba tamamlanmıştı. İçine bej katılmış parlak siyahlar, kahverengiler ve turumcumsu pembeyle tablolar boyanıyordu. Evet evet! Palet artık tamamlanmıştı. Picasso ömrü boyunca defalarca Paris ve İspanya arasında mekik dokuyacaktı ancak gençlik dönemi tatlarından hiç vazgeçmeyecekti.

Esin Öztürk
esinnozturk@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikler Korumalıdır